Mürekkebin Birkaç Damlası; Aslında Yaraların Aynası
Yeni bir sabah mı? Sanırım evet. Yeni bir kayboluş. Yeni bir bilinmezlik. Sahi, yeni kelimesi biraz da olsa korkutmuyor mu sizi de. İbn Arabi’ye göre ‘’kelime’’; yara izi demekmiş. Yaraların yoksa o kelimenin karşılığı olmazmış insanda. Mana yaraların gölgesiymiş meğer.
Tıpkı dilini bilmediğin bir kitabı okuma telaşı. Anlayamamanın verdiği huzursuzluk. Daha da çıkmazı bu kitabın sana nasıl ulaştığının bile farkında değilsindir. Fırlatıp atasın gelir. Hem de fütursuzca. Lakin bir parçanmışçasına sahip çıkarsın. Kıyamazsın belki. Yürüdüğün yollardan gelmiş gibi. Aşamadığın sokakların sana attığı küstah kahkahasıyla hayatın sillesinden nasibini almış, temkinli yüreğinin harmanlandığı, kaybolmaktan yorulduğun evrenindir. Biliyorum, kan ter içinde değilsin artık. Belki de heyecan, sana kazığını atmış, çekip gitmiştir. Ondandır durgunluğun. Biraz da olsun akıllanmışsındır belki. Sahi akıllanmak… Hayır, hayır. Bu konuya bari girmemen lazım. Susturman gerekiyor kafandakileri ve gözyaşlarından haritalaşmış yastığını terk etmen gerek artık. Günlük ritüeller bekler.
En nihayetinde kalktım yataktan. Geceleri defalarca küsüp defalarca barıştığım dolunayla bağlantımı sağlayan geniş pencerem hava sirkülasyonuna yardıma hazırlanmış, damağını kaldırmamı bekliyordu. Biraz özlemekli, biraz sitemli ve biraz da pişmalık serpiştirilmiş dalgın gözlerimle dışarıyı süzdüm. Muhtemelen unutmak istediklerimle unutmam gerekenler arasındaki elemeyi yapamayan yüreğim ağır geliyordu gözlerime. Sıkılmıştı belki de.
Oysa kalem beni bekliyor. Mürekkep akıyor. Kağıt ise benden sıkılıyor.
Alelade yürüdüğüm sokaklar bile tehditkar yaklaşıyor bana. Küflenmiş düşüncelerim duyduğum her melodide ciğerimi delmeye hazırlanmış. ‘’Orada bir yerdeyim’’ nidaları çınlıyor kulaklarımda. Galerimde çok eskilerden kalma epi topu beş fotoğraf ansızın çıkıyor karşıma. Kapandı sandığım yara kendi cenaze töreninden kaçıp iliklerime kadar işliyor. Belki de hiç hatırlamamam gereken anılar ziyafet masalarını kurmuş gamsızca beni bekliyorlar. ‘’Cesursun. Güzelsin.’’ telkinlerim ise korkarak attığım adımlarla inatlaşıyor. “Suçlu ben değilim” diye bağırmak istiyorum. Zemheriyi tokatlayan güneş bile umudumu kamçılayamıyor.
Gökyüzü tiksinerek mi bakıyor bana? Dolunay intikam almak ister mi gözyaşlarımdan?
Yükünden yorulduğum mazi, kamburuma iz bıraktı. Kasvetli yokuş içime köklerini salan tutarsız düşüncelerimi eleştiriyor. Yol kenarından gelen kekik kokusunun hakaretine maruz kalıyorum duygularımı köreltmedigim için. Vaktiyle umarsızca çıktığım merdivenler hileli zar atıyor, tükeniyorum. Kaldırımlar, tarumar bakışlarımı ezberlemiş, şefkatli kollarını müphemli edayla benden kaçırıyor. Çakıl taşlarının bile yorgun ahvalime çelme takma mücadelesi aşikâr. Bilhassa, ben de bilemezdim yürüdüğüm uzun yolların mizanseninin duygularımın mahremiyetine ihanet edeceğini.
Vazgeçemediklerim; iliklemeyi unuttuğum birkaç düğme. Asmayı beceremediğim düş bayrağım. Zihnime kurduğum acımasız tuzak. Mutluluğu hatmeden planlarımın yıllara yenik düşüşü. Heyecanla fırladığım yollarda boynumun bükülüşü.
Kaybedişim. Hatta kayboluşum. Hem de defalarca.
Belki bu yüzden meydana gelmiştir şiir. Attığımız her adımın kadim şahidi.
Belki de hayattan ne istediğini bilmeyen, ne istemesi gerektigini bile bilmeyen milyonlarca insan topluluğu içindir. Taşıdığımız kalp anlamını bulsun diyedir.
Bir şiire, birkaç dizeye, bir çift teslim gözle sığınıyorum. Belki tercih, belki çaresizlik. Lakin yaralarımın kasvetli akıbetine iyi gelen bir detay. En azından şimdilik.
Şiirler tek başına okunurken mânâsı eksik mi kalır? Cesaret tamamlayamaz mı tesiri?
Bir çift göze atfedilen şiirler gecenin üçünde yağmur çiselenirken balkonda paketin son sigarasını yakarken anlam bulamaz mı tek bir bedende. Yoksa ruh, yalnızlığından küser mi bana?
Mürekkebin damladığı her hecede ruh, kendi parçasına mı seslenir? Eksikliğini mi haykırır?
Sahi, neden yazılır şiir? Bir çift göze mi, masum bir tebessüme mi? Nefesini kesen bir öpücüğe mi? Kimine kurşun sıkar gibi, kimine su serper gibi.
Gözyaşının tesellisine mi? Yitip giden geçmişe mi?
Kaybettiğine mi? Reddettiğine mi?
Meydan okuduklarına, kaçıp sığındıklarına…
Pişmanlığın bir eseri mi? Arayışın mı? Vazgeçişin son direnişi mi?
Zamana ve mekana tıkıştırılan bedenlerimize inat; evrene sığamayan gönlümüze ithafen mi geldi yeryüzüne?
Şiir ki;
Kursağında kalan, yutkunamadığın birkaç söz!
Kime neyi anlatacaksın hissiyle kendi sessizliğinde boğulmaktan kurtulma yolun!
Zaman hafifletir kalbin yükünü,
Şiir söker insanın hüznünü.
Ve şiir;
bütün çekilmez sızılara rağmen, bizi umudun kanatlarına sığınmaya inandırır.
Konuşmayı unutmuşum düşünmekten. Duygularım bile kekeme oluyor artık. Kayboluyorum soru işaretlerimle. Anlıyorum ki, gitme vaktim gelmiş. Hissediyorum… Kalemi usulca bırakıp kavgalarımı şiir kitaplarının en üstündeki tozlu rafa kaldırıyorum. Kim bilir, belki elim gitmez bir daha. Belki şiir bu sefer de mutluluğu serpiştirmek için uğrar bana.
Kaynakça;
Resimler Google’den alınmıştır.
Yazar: Reyhan Gökmen