BÜYÜLÜ BULUŞMA

Hiç kendinizle karşılaştınız mı? Kalabalıklar arasında ya da tekbaşınalık başınıza vurmuşken; bir şehrin bütün yollarının ona çıktığı bir meydanda ya da çıkmaz bir sokakta; yahut bir dostun acı sözünde ya da bir düşmanın merhametinde… Sahi hiç kendinizle karşılaştınız mı?

“Yaşamdan ölüme değin bize tanıklık eden “ben”le karşılaşmamak da ne demek, nereden çıktı?” demeyin. Ömür denilen bu yolculukta, kendimizle her an yoldaşlık içindeyiz, kabul. Peki bize bahşedilmiş hediyelerin en güzeli ve eşsiz olanı ömür denilen iki kapılı handa kendimize ne kadar iyi bir yol arkadaşıyız? Kendimizle olan yarenliğimiz, ahbaplığımız ne kadar içten ve dürüst?!

Tutun ki kısa bir seyahate çıkacağız ve bu seyahat için kendimize bir yol arkadaşı seçmek istiyoruz. Ne çok soru yoklar beynimizi ve en çok da yüreğimizi;

“Hoş vakit geçirebilir miyim?”

“Darda kalsam yardımıma koşar mı?”

“Azığıma ortak, ‘az’ıma çok olabilir mi?

Yoldaşımızı, çok iyi tanımak ve tartmak isteriz, öyle değil mi? Hatta hayatımıza giren tüm insanlarla ilişki kurarken kendimizi güvende hissetmek için onları çok iyi tanımak isteriz şüphesiz.

Yunus’un dediği gibi “Bir ben vardır, benden içeri.”

İçimizdeki benleri birleyebildik mi?

Tanışık mıyız benliğimizin türlü yansımalarına?! En önemlisi, sağduyulu bir sesle seslenebiliyor muyuz tüm bu “ben”lere? Sözüm ona bu ‘ayna’yı bizim yarattığımız düşüncesinden yola çıkarsak, bu ayna doğruyu göstermeyebilir her zaman öyle değil mi?

Hatta çocukluk masallarından süzülüp yüreğimize işlenen “Ayna ayna söyle bana benden daha güzeli var mı?” diyerek mi geçiyoruz aynanın karşısına ve o ayna bize her zaman ‘en’ olduğumuzu mu fısıldıyor?!!

Yoksa aynamız yüreğimizdeki ıslah evine mi açılıyor? Ve o ıslah evinde her gün azarlanıyor mu bu yetim ve öksüz çocuk? Size her an ne kadar yetersiz, ezik, aciz olduğunuzu mu haykırıyor, hayattaki takdir edilesi güçlü duruşunuza rağmen?***

Hiç yüzleşebildiniz mi bu subjektif yanınızla? Acımasız bir yargıç gibi değil, öyle değil… Anne şevkati ve hoşgörüsüyle kucaklayabildiniz mi içinizdeki pek çok ‘ben’in arasında ihmal edilmiş ya da görmezden gelinmiş gerçek benliğinizi? Egolarınız ve savunma mekanizmalarınızın arasında öksüz ve yetim mi bıraktınız onu?

Pek çoğumuz ne kadar da eminiz oysa kendimizi çok iyi tanıdığımızdan… Asıl bilgelik burada yatıyor esasında. Kendimizi bilmediğimizi bilebilmek… Edebin o eşsiz yüceliğine tırmanmak için bu tepeyi aşmak gerekiyor. Çünkü haddini bilmek, kendini bilmekle oluyor. Yalnızca edep mi muhtaç kendini bilmeye? İlmin ilmeğini çözmek için de kendini bilmek mecburiyetindedir insanoğlu. Ne demiş Yunus Emre;

“İlim ilim bilmektir.

İlim, kendin bilmektir.

Sen kendin bilmezsen bu nice okumaktır.”

Kendisiyle karşılaşmamış her bilim insanı, ister uzay bilimci olsun ister sosyolog ve hatta isterse insan psikolojisi adına bir otorite olsun; eksik kalmıştır. Sözlerime, Kemal Sayar’ın eşsiz felsefesiyle son veriyorum.

“Kadim zamanlardan beri ruhumuza üflenen bir öğreti;

Kendini bil!

Çünkü insan, kendini ve haddini bilmekle göklere yükselir.”

*“Ruknettin’in Kalbi’nin Kehanetleri”  (Kemal Sayar) adlı şiirden esin aldım.

**Görsel, https://www.dilekmektubu.com/kavusma-hayalim-senden-ibaret/ adresinden alınmıştır. (15.01.2023)

Yazar: Sezen Güzel

İnternet sitesi https://mubatblog.online
Yazı oluşturuldu 180

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

English EN Français FR Español ES Türkçe TR
%d blogcu bunu beğendi: