Absürt Ve Başkaldırı Üzerine

1. Bölüm

Giriş      

Tarihin gördüğü en kanlı savaşlar geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında meydana geldi. Toplu insan kıyımları, toplama kampları, insan hakları ihlalleri ve isimlerini bilmediğimiz, çığlığına kulak verilemeyen milyonlarca insan. Dünyada geçen her bir ana bir yığın ölümcül imge bağlanmıştı. Yıllarca dünyanın üzerinde can çekişmesiz tek sabah, zindansız tek akşam, kan dökmesiz tek öğle görülmedi. İnsan kaybının ve acının boyutları o denli büyüktü ki insanlık kendisine ve yarattığı her şeye yabancılaştı. Absürt, kendini tam anlamıyla gösteriyordu.

İnsanlığın yaşama savaşı verdiği bu dönemler ile felsefenin ve sosyal bilimlerin kan kaybetmesi aynı döneme denk düşer. Husserl yirminci yüzyıl için “sosyal bilimlerin tümü ve buna felsefe de dahil artık işlevsiz bir hale gelmiştir” der. Çünkü fetihler, tarihte, gücün yıkıcılığının ve yok ediciliğinin doruk anları olmuştur ve güç, özgürlük ve adalet kavramlarının üzerinde belirmiştir. Özgürlük ve adalet kavramlarının sönümlenişi, sosyal bilimleri ve felsefeyi adeta yok eder. Özgür olmayan insanlar sanatı var edemez. Özgürlük yoksa sanat özgürlük istenciyle belirir.

Bunalım Çağı

Albert Camus, bahsedilen bunalım çağının, böyle bir absürtün, anlam çıkmazının içine doğmuştur ve yaşam, ölüm, toplumun değerleri, ideolojiler, intihar, absürt ve dahası üzerine düşünmüştür. Fransız Direnişi’ne aktif olarak katılması, Paris’in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941’de, komünist gazeteci Gabriel Péri’nin gözleri önünde idam edilmesi onu bu kavramlar üzerine daha fazla düşünmeye itmiş ve onun da başkaldırmasına neden olmuştur.

Camus, İkinci Dünya Savaşı’nın kanlı çarpışmaları sırasında anlamsızlık ve absürtün farkındalığını artırmıştır. Bu farkındalık; yeryüzü yaşamından sonrasının ve yeryüzü yaşamından yukarısının yadsınması ve yeryüzünün, toprağın, denizin, göğün dayanılmaz güzelliklerinin coşkuyla yüceltilmesi demekti ve onu bir anlam olarak insana yöneltti. İnsan, bir anlam olarak kendisini buluncaya kadar binlerce yıl geçmesi gerekti. İlkel dönemden günümüze anlam, çok kez evrildi, şekillendi ve değişti. Kimi zaman da yok oldu.

2.Bölüm

Anlam Arayışımız

İnsan; sosyal bir canlı olarak günlük hayatta diğer insanlarla bağlantı kurma, verileri işleme, olan biteni anlamlandırma ve fenomenleri tanımlama ihtiyacı hisseder. İnsan; on binlerce yıldır bir sözcüğün, simgenin, olayın, olgunun ya da davranışın neye karşılık geldiğini kavramaya, yeni ve eski arasında bağlantı kurup bir çıkarımda bulunarak kendini ve çevreyi(doğayı) anlamaya çalışıyor. Bu anlam ve tanımlama çabası çevremizi değiştirdiği gibi çevremize yönelik hakimiyetimizi de artırmıştır.

Tanımların Değişimi

Zamanla biriken üretim sayesinde tanımlamalarımız aşıldı ve yerine yenilerini icat etmemiz gerekti. Çünkü tarihsel ürünler tarihsel tanımlara uyar ve zamanın akıcılığına direnemez, eskiden karşıladığı anlamı karşılayamaz. Tarih, akışı gereği tanımları dönemsel yapmamızı zorunlu kılar. Çünkü her şey değişir ve eski tanımını aşabilir. İşte bu tanımların tamamı; ilkel insan topluluklarından günümüze kadar olan sürecin, yaşamış her bir neslin kümülatif ürünüdür.

Çevremizi anlamlandırma çabamız ilkel dönemde yaşayabilmemiz için zorunluydu. Bu çaba doğayı kendimizce açıklamamızı sağladı. İlkel dönemde anlamın uzantıları göklerde buluştu. Çevresini yeni yeni değiştiren ve dönüştüren insan; doğanın gücüne, şefkatine, bağışlayıcılığına, doğuruculuğuna, doyuruculuğuna, koruyuculuğuna ve yıkıcılığına tanık oldu.

Çevresini gün geçtikçe daha fazla tanıyan atalarımız; doğadaki av ve avcı konumunu, toplayıcılık ve barınma bilgilerini nesilden nesile aktardı. Doğaya bakan insan, gücün dereceli formlarını gördüğünde onun bir parçası olduğunu fark etmiştir. Doğada kendisini tanıyan ve diğer canlıları zamanla öğrenen insan toplulukları, avlarının ve avcılarının kim olduklarını adeta doğduklarında öğrenirlerdi.

Dinsel düşünce

Tüm bu doğayı ve kendini tanıma serüveni henüz yolun çok başında olduğundan; doğada zaten süregelen, kendisinin dışında vuku bulan ve anlam veremediği bir dizi olayla karşılaştığında insan, bir çıkış ve rahatlama yolu olarak hipotezler uydurmuştur. Bu hipotez yaratımı, daha sonra çok defa tarihsel zorunluluklara göre şekillenecek, maddi koşullarla çelişecek ve durmadan artan insan ihtiyaçlarına cevap veremeyecekti ama dinler, yazılı tarihin ve öncesinin evrelerinde yerini korumuş bir anlam çabası olduğu için incelenmeyi hak ediyor.

Atalarımız sellerin, taşkınların, depremlerin, fırtınaların ve diğer doğal afetlerin karşısında çıplak kaldığında kendisinin acizliğini görmüştü. Bu noktada korkularımızın nedenlerini açıklamak istedik. Korkularımıza boyun eğmek, sığınmak istedik. Doğal olarak insan kendisi gibi olan ama kendisinden çok daha güçlü, acımasız, merhametli, cezalandırıcı, ödüllendirici bir varlığı tahayyül etmek zorundaydı. Kendisine benzer olmalıydı çünkü düşünme eyleminin sınırları insan zihninden bağımsız değildir. Eğer düşünme eylemi bilincimizin ürünüyse ve eğer bilinç, maddenin insan beynine yansıtılan ve orada yaratılan konstrüksiyonuysa düşüncelerimizin sınırlarını çevremiz(maddi koşullar) belirler. Bu yüzden tamamen kendimizden ve dünyadan kopuk hayaller, mitler kuramayız(antropomorfizm).

Fakat bu yüce varlık bizim özelliklerimizin bir üst formu olsa da tamamen aynı olamazdık. İlkel atalarımızın açıklayamadığı doğal gerçekler, atalarımızın sınırlı hükmündeki doğaya nüfuzundan çok daha karmaşık ve güçtü. Bunu bize benzeyen fakat özelliklerimizin tamamına içkin ve tüm özelliklerimizin en keskin en uç halini bünyesinde barındıran göklerdeki bir efendiye atfetmeliydik ve öyle de yaptık. Anlam arayışımızın kökenini(din) yaşama güdüsü, korkularımız, tinselci onur sorunu, ahlaksal onaylanma, görkemli tamamlayıcılık, teselli ve aklanma isteği oluşturdu.*

Bölüm Sonucu:

İlkel toplumlardan endüstri çağına kadar geçen tarihsel süreçte hayatlarımızın nihai anlamını dinsel ögelerin şekillendirdiği şüphesiz. Endüstri devriminin tarihsel şartlarının tüm dünyaya yayılması son iki yüz senede koşulları çok değiştirdi. Hayatımızın nihai amacı nedir sorusuna türlü cevaplar verildi. Kimisi de bu soruyu yadsıyarak hayatın üstün, nihai, kutsal bir ereği yoktur dedi. Bu tarihsel süreçte kimi insanlar ideolojileri hayatının anlamı yapmıştır. Kimi insanlar kült liderleri ilahi konuma yükseltmiştir. Dinler ve dinsel düşünce günümüzde de insanların biricik anlamı olmakla birlikte; Sanayi Devrimi’nden sonra kan kaybettiği yerlerde dahi etkisini sürdürmekte, kendi düşünsel etkinliğinin benzerlerini doğurmaya hatta onları beslemeye devam etmektedir.

3. Bölüm

Anlamsızlık Üzerine

Hayatın nihai bir amacı olduğuna olan inanç; bir büyük plan, mukadderat veya yazgı fikrine aşinalık binlerce nesildir süren çevremizi anlama ve tanımlama çabamızın birikiminin aldatıcı bir sonucudur. Bu birikimin tarihsel süreçte var ettiği tüm formlar(dinsel dogmalar, dogma ideolojiler, kutsallaşan liderler vb.) evrenin nihai ve aşkın bir anlamının olmamasına verilmiş refleksif cevaplardır. Camus, hayatın ereksel olmadığını düşünür ve bunu ‘absürt’ kavramıyla açıklamaya çalışır. Absürt, saçma veya uyumsuz kelimeleri; doğadan, kendimizden ve diğer insanlardan kopuşumuzu ve bunların tamamına nasıl yabancılaştığımızı anlatır.

“Dünya tarihinin yeni sahnesini eski oldukları için saygı duyulan giysilerle ve devranılan bir dille oynamak üzere onların adlarını ve kostümlerini ödünç alırlar”** Belirtildiği üzere devraldığımız bu birikim ve çevrenin insana yönelttiği binlerce etken bizi şekillendirirken bilinç geliştiririz. Evrenin farkındalığı, amacı olmadığı için insan en başta doğaya yabancılaşmaktadır. Camus uyumsuz insanı doğadan yabancılaşmış insanı anlatırken tanımlamıştır.

Absürt Kavramı Ve Sisifos

 Albert Camus, Sisifos Söyleni adlı eserinde absürt kavramını eski bir mitle anlatır. Sisifos; Yunan Mitolojisinde, Yeraltı Dünyasında sonsuza kadar büyük bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkûm edilmiş bir kraldır. Hilekarlığının cezası olarak Sisifos tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamaya mahkûm edilmiştir. Sisifos tam tepenin doruğuna ulaştığında kaya her zaman elinden kaçmakta ve Sisifos her şeye yeniden başlamak zorunda kalmaktadır. Sonsuza kadar bu ‘saçma’ eylemi sürdürecek olan Sisifos, absürt kavramının önemli bir örneğidir çünkü her birimizin hayatı Sisifos’tan bir parça taşımaktadır.

Camus absürt insan anlayışının hem metafiziksel hem de epistemolojik yönlerini aktarır. Metafizik bir tez olarak absürt; insan zihni ile kayıtsız bir evren arasındaki karşı karşıya geliştir, kopukluktur. Var olan, arzulayan (isteyen) zihin ile onu hayal kırıklığına uğratan Dünya’dır(buradaki kopuş uyumsuzu yaratır). Epistemolojik bir tez olarak ise absürt, anlama arzumuz ile bilgi ve anlayışımızın temel sınırlarını vurgular.

Çağımızın Absürtlüğü

Absürtlük, yalnız doğaya yabancılaşmak demek değildir. İnsan hem kendisine hem de diğer insanlara yabancılaşır ve giderek anlamsızlığı derinleştirir. Günümüzdeki en büyük yabancılaşma emeğin yabancılaşması sorunudur ve bu sorun anlamsızlığın makasını giderek açmaktadır.

Birçoğumuz gönüllü olmadığımız; her gün, saatlerce istemediğimiz belli bir işi yapmak durumundayız. Bu zorunlulukların sunduğu hayatı yaşıyoruz. En asgari şartlarda yaşamaya çalışıyoruz ve var ettiğimiz zenginliğin içinde yok oluyoruz. Ne kadar zenginlik var edersek o kadar sömürülüyoruz ve yabancılaşıyoruz. Kapital’in birinci cildinde Marx: “Nasıl ki dinde insan, kendi beyninin ürünü olan şeylerin egemenliği altına girmişse, kapitalist üretimde de, insan, kendi elinin ürünü olan şeylerin hükmü altına girer(yabancılaşma)” der. Kendi elimizin ürünü olan şeylerin hükmüne girmek, üretimi bizzat gerçekleştiren insana yabancı, ekonomik zor yoluyla(yaşamak için emeğini satmak zorunda kalmak) ona dayatılan bir niteliktedir.

Çalışmak, yaşamın doğal olana nüfuzundan kopup bireylerin yaşayabilmeleri için ona dayatılan yabancı bir zorunluluğa dönüşmüş durumda. İnsanın iş yerinde kendini gerçekleştirememesi ve her seferinde kendisini yeni baştan var edememesi yeteneklerimizi ve hayal gücümüzü çürütüyor. Çalışmak, yaşamımızın biricik zevk kaynağı olabilecekken bu iş tükenme kaynağı haline gelmiş. İşçi bu yüzden ancak çalışmadığı zaman kendinde olabiliyor. Bedensel ve zihinsel faaliyetleri anbean baskılanan işçiler fiziksel ve bilişsel bir hayalete dönüşüyor.

“Bu nedenle, iş yerindeyken işçi, kendini gerçekleştiremez ve kendini inkar eder, memnun değil mutsuz hisseder, bedensel ve zihinsel enerjisini özgürce geliştiremez, bedenini yıpratır ve zihnini mahveder. Bu yüzden işçi kendini yalnızca işinin dışında hisseder ama işinde kendini dışarıda hisseder. Çalışmadığı zamanlarda evdedir, çalışırken ise evde değildir.”***

Bölüm Sonucu

Tarih; beyazın siyahı, sanayinin tarımı, kentlinin köylüyü, modernin yerliyi, insanın diğer hayvanları, insanın insanı yabancılamasının hikayesini anlatmıştır ama ondan ibaret değildir. Tarih tüm bu yabancılaşma hikayelerini anlatırken insan, çok yönlü oluşuyla uyumsuz hissetmeye başlar. Asıl soru uyumsuzluğunun bilincinde olan insan ne yapar? Her insan zaman zaman kendisiyle alakalı bir sorunu, aşılamaz problemleri olduğunu hissedebilir. Hatta bazen ilahi bir bakışla bakarız ve iyilerin kötü şeylere maruz kalmalarına anlam veremeyiz. Kötülerin dünyada zevk içinde yaşadıklarını gördüğümüzde şaşırırız. Bunların tamamının farkındalığı anlamsızlığın farkındalığıdır. Yüce bir divan, sorgu ve ilahi adalet yoktur. Bu farkındalığa ulaşan kişi, anlamsızlığın saptanmasından anlamın kesinlenmesine yolculuk etmelidir.

4.Bölüm

Anlam ve Başkaldırı Üzerine

Hayatın anlamsızlığı, insanı kendi anlamlarını yaratmaya zorlar. Yaşamlarımız anlam yaratmaya ihtiyaç duyar. Anlamsızlığı kabul etmek bile kendi başına anlamsızlığı anlamlamaktır.

Nihai Anlam

Nihai anlam felsefe tarihi boyunca tartışılagelmiştir. Bazı akımlar(dinsel) hayatın direkt bir anlamı olduğunu savunur. Kimi filozoflar anlamsızlıktan anlama geçişte dinsel-tanrısal bir yol tercih etmiştir. Bu tartışmaya çok çeşitli yaklaşımlar eşlik eder. Örneğin Marx, Hegel Felsefesinin Eleştirisine Katkı başlıklı eserine sonradan yazdığı Giriş’te şunu söyler: “Öyleyse tarihin görevi, gerçeğin öteki dünyasının yitip gitmesinden sonra, bu dünyanın hakikatini ortaya koymaktır. İnsanın kendi-öz yabancılaşmasının kutsal biçimlerini bir kez ortaya çıkardıktan sonra, kutsal-olmayan biçimleri içindeki kendi-öz yabancılaşmasını da ortaya çıkarmak, ilkin tarihin hizmetinde olan felsefenin görevi oluyor. Böylece gökyüzünün eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine, teolojinin eleştirisi de siyasetin eleştirisine dönüşüyor.” Öteki dünyanın yitip gitmesiyle bu dünyanın hakikatini, anlamını aramak demek Marx’ta insana yönelmiş bir anlamın olduğunu gösteriyor. Bir başka örnek olarak Kierkegaard, Camus gibi hayatı son derece absürt bulmasına rağmen tanrı inancının kişinin hayatına anlam kazandıracağını ileri sürmüştür. Camus ise öte dünya inancında anlam aramanın bir kaçış biçimi olduğunu savunur. Kendilerini ezen şeyi tanrılaştırdıklarını ve kendilerini zayıflatan şeyde umuda tutunmak için sebep bulduklarını iddia ederek bu kaçış biçimine karşı çıkar. Camus, öte dünyanın aldatıcı, suni ve uyuşturucu umudu yerine anlamsızlığın farkındalığını ve başkaldırıyı tavsiye etmektedir. Bu tavsiyesini yaparken anlamsızlığı kabul eder fakat anlama gitmekten çekinmez.

Başkaldırı

Camus, dinsel-tanrısal olanın aksine insanı oracıkta yakalar ve anlamı ondan çıkarmaktan çekinmez. İnsan başkaldırının biricik öznesidir. Yaşamın anlamı yalnızca, uyumsuzun süreceğini bilerek direnmek(başkaldırmak) olmalıdır.  Camus’ye göre ölümü seçmek, yaşamın bizi aştığını ya da onu anlamadığımızı söylemektir. Eğer insan ölmeye yanaşmıyorsa o halde yaşamı seçmiş demektir. Bu da yaşama, göreli de olsa bir değer vermektir. Albert Camus, bizlere absürte karşı yaşamayı, başkaldırıyı anlatmak istemiştir. Yaşam ne kadar anlamsız ve saçma olsa da önemli olan, saçmalığın içinde çabalarken duyduğumuz tutkudur.

 Tarihe müdahale yani başkaldırı, kitlelerin ve tekil manada bireylerin ellerinin arasındadır. Sanatın, felsefenin ve dahası ellerimizin ve akıllarımızın var ettiği her türden yaratma yolunun başkaldırı öznesi olması gerekmektedir. Gramsci der ki:  “Olan bitenler bazı insanlar öyle istediği için değil; kitleler ancak bir kılıçla çözülebilecek düğümlere, ancak bir isyanla feshedilebilecek kanunlara, ancak bir ayaklanmayla alaşağı edilebilecek iktidarlara imkân tanıyarak sorumluluk almaktan kaçındıkları ve (olayları) oluruna bıraktıkları için gerçekleşirler. Tarihe hükmediyor gibi görünen kader, bu kayıtsızlığın ve devamsızlığın yanıltıcı görünümünden başka bir şey değildir.”

Otokrasinin devrildiği günlerde işçilerin varoşlarında. Şubat 1917 . Ivan Vladimirov

Başkaldırının simgesi Sisifostur. Sisifos tanrılara başkaldıran biridir. Anlamsızlığın sonsuzluğundaki Sisifos için acımaya gerek yoktur. Sisifos, absürtlükle yaşamayı seçtiği için “absürt kahramanı” temsil etmektedir. Bu “yaşamayı seçiş” bir farkındalık ve bilinç meselesidir. Sisifos, mahkumiyetinin tam anlamıyla farkındadır. Tanrılar tarafından ona dayatılan bu kader ve varoluşun mutlak ve kaçınılmaz boşunalığının tümüyle bilincindedir. Fakat tutkusu, özgürlüğü ve başkaldırısı Sisifos’u, onu, onu ezmeyi amaçlayan mahkumiyetten daha güçlü kılar. Biraz tuhaf görünse bile Camus, Sisifos’un mutlu olduğunu söyler. Sisifos, kayasını iterek yani “kendi işini” yaparak var olmaktan keyif almaktadır. Belki de, bir zamanlar kayanın ağırlığı altında gerilen kaslar şimdi onu daha rahat tutuyordur. Belki de kaya o kadar zarif ve incelikli bir şekilde yukarı doğru hareket ediyordur ki, onu itme eylemi bir sanat eserine dönüşmüştür.

Sanat, yegane amacı olmayan anlamsız dünyamıza karşı geliştirilen bir antidottur. Sanatsal başkaldırı birlik esasına dayalıdır ve değer oluşturmaya yönelir.

5. Bölüm

Sonuç

Camus; yazgısına boyun eğmeyen, sindirilememiş, özgür ruhlu insanları ‘biz’ diyerek kucaklar. Bu kimseler aynı zamanda Fransız Direnişi’nin karakteristik insanlarıdır.  Camus, İkinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği o dönemlerde, anlamsızlığın en somut biçimde boy gösterdiği bir ortamda bilinçli ve istemli direnişleriyle, gökyüzüyle hiçbir ilintiye girmeden insan ve toplum düzleminde kalan anlamı kurmaya çalışır ve bunu yaparken başkaldırdığı hükümeti, sistemi veya felsefeyi konumlandırmaya çalışır. Bunu da ‘siz’ diyerek dışlamıştır.

Siz ve Biz

Başkaldırının öznesi konumundaysan ve eğer fitili ateşleyici, barutları yakıcı, barikatları yıkıcı olan farkındalık damarlarındaysa; isyanın nedenlerini bilmeli, ‘siz’ denileni tanımalısın. Camus, ‘siz’ ve ‘biz’ arasındaki farkı özgün üslubuyla açıklamayı bilmiştir. Bu daha önceki bölümde bahsettiğim yabancılama tarihinin haklı ötekileştirmesinin bir örneğidir.

Alıntılar

“Bir yanda kendi ülkesinin çıkarı söz konusu olunca her yolu yasal sayarak kendi gücünü, kendi büyüklüğünü, kendi egemenliğini kesinlemek amacıyla insanı sakatlamayı, insan tinini öldürmeyi seçen ve böylece bir mülk, bir kışla, bir buğday ambarı ya da bir yumuşak başlı uluslar sürüsü olarak gördüğü Avrupa’yı üzerinde milyonlarca cesede, dumanı tüten bir yıkım alanına dönüştüren ‘siz’ varsınız; öbür yandaysa, insan sevgisini, barışçıl düşünceyi, hiçbir utkunun bir kazanç sağlayamadığına ilişkin derin inancını yenmek zorunda kaldığı için saldırıya yanıt vermekte geciken, başlangıçta yenik düşmüş gibi görünen ama sonuçta savaşı kazanacağı kuşku götürmeyen biz varız.” diyor Camus ve ekliyor:

“Halkımız savaşı, inatçı ve kolektif çarpışmayı, yorumsuz özveriyi seçti. Kendi kendine verdiği savaş bu, budala ya da korkak hükümetlerden almadığı, içinde kendini yeniden bulduğu ve kendi kendisi konusunda vardığı belirli bir görüş uğruna çarpışmakta olduğu savaş.”

“ Karşı karşıya getirdiğim siz ve biz, Almanlar ve Fransızlar değildir. Kastım Naziler ve biz özgür Avrupalılar’dır, iki ulus değildir.”

Yazımı Camus’nün Bir Alman Dosta Mektuplar eserinin dördüncü mektubundan alıntı yaparak noktalamak istiyorum. Zannederim ki bu kısa alıntı, bu yazıda aktarılan ve yer yer savunulan görüşleri özetleyecektir.

(…)

Bu dünyanın üstün bir nedeni bulunmadığına ve yoksun bir durumda olduğumuza uzun zaman birlikte inandık. Ben buna hala bir biçimde inanıyorum. Ama ben bundan sizin o günlerde sözünü ettiğiniz ve nice yıldır tarihe sokmaya çalıştığınız sonuçlardan başka sonuçlar çıkardım.

(…)

Siz bu dünyanın anlamına hiçbir zaman inanmadınız ve bundan her şeyin eşdeğer olduğu, iyilikle kötülüğün nasıl istersek öyle tanımlanacağı düşüncesini çıkardınız. Her türlü insansal ya da tanrısal ahlakın yokluğunda, tek değerlerin hayvansal dünyayı yani şiddeti ve kurnazlığı yöneten değerler olduğunu varsaydınız. Bundan da insanın hiçbir şey olmadığı, ruhunun öldürülebileceği, tarihlerin en anlamsızında bir bireyin görevinin ancak güçlülük serüveni, ahlakınınsa fetihlerin gerçekçiliği olduğu sonucunu çıkardınız.

Fark neredeydi? Siz umudu kesmeyi rahatlıkla benimsiyordunuz, bense buna hiçbir zaman boyun eğmedim. Siz koşulumuzun adaletsizliğini kolaylıkla benimsiyor, bunun için de ona yeni adaletsizlikler eklemeye boyun eğiyordunuz, oysa bana öyle geliyordu ki, insan durmaksızın adaletsizlikle savaşmak için adaleti kesinlemek, mutsuzluk evrenine karşı çıkmak için mutluluk yaratmak zorundaydı. Umutsuzluğunuzu bir sarhoşluğa dönüştürdüğünüz, ondan onu ilke durumuna getirerek sıyrıldığınız için, insanın yapıtlarını yıkmaya, temel düşkünlüğünü tamamlamak için onunla savaşmaya boyun eğdiniz. Bense, tersine, umutsuzluğu ve bu işkence içindeki dünyayı benimsemeyi yadsırken yalnızca insanlar bağlılıklarını yeniden bulsunlar da yazgılarına karşı savaşmaya girişsinler istiyordum. Göğe karşı savaşmaktan yorgun düştüğünüz için, tinleri sakatlama ve dünyayı yıkma görevini yüklendiğiniz bu tüketici serüvende dinlendiniz. Kısacası, siz adaletsizliği seçerek tanrıların yanına geçtiniz. Mantığınız yalnızca görünüşteydi. Ben tersine toprağa bağlı kalmak için adaleti seçtim. Dünyanın bir üstün anlamı olmadığına bugün de inanıyorum. Ama onda bir şeyin anlamı bulunduğunu biliyorum. Bu da insandır çünkü anlamı bulunmasını zorunlu gören tek varlık o. Bu dünya en azından insanın gerçeğini taşıyor. Bizim görevimiz de, insana, yazgının kendisine karşı olan akılcı gerekçelerini vermek. İnsandan başka gerekçesi de yoktur. “

  • *Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Giriş, Karl Marx
  • **Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Karl Marx
  • ***Karl Marx, Estranged Labor, in The Marx-Engels Reader (ed. Tucker), p. 74.

Kaynakça:

https://onculanalitikfelsefe.com/camusnun-absurdizmi-sisifos-soyleni-erik-van-aken/

https://plato.stanford.edu/entries/camus/

https://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/bir-antikahraman-olarak-albert-camus-i-9147

https://dusunbil.com/albert-camusnun-uyumsuzu/

Yazar: Umut Utku Ünal

İnternet sitesi https://mubatblog.online
Yazı oluşturuldu 180

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

English EN Français FR Español ES Türkçe TR
%d blogcu bunu beğendi: